Türk sinemasının en başarılı yönetmenlerinden Yeşim Ustaoğlu bugünlerde yeni film projesi üzerinde çalışıyor. 1980’lerde yaptığı kısa filmlerle dikkatleri üzerine çeken Ustaoğlu, ilk uzun metraj filmi İz (1994)’le yolculuğuna başlamış, ardından Güneşe Yolculuk (1998)’la sinemamızın en önemli filmlerinden birisine imza atarak yurt içinde ve yurt dışında birçok festivalde ödül ve takdir toplamıştı. Daha sonra Bulutları Beklerken (2004), Sırtlarındaki Hayat (2004) ve Pandora’nın Kutusu (2008)’yla yolculuğuna devam etmiş, en son 2012’de Araf’ı çekerek yalın, samimi ve çarpıcı sinemasına nitelikli bir film daha eklemişti. Ustaoğlu Film Yapım’ın kapısını çaldık ve Yeşim Ustaoğlu’yla sır gibi sakladığı yeni film projesi, çizgisini hiç bozmayan istikrarlı sineması ve baş kaldırış üzerine keyifli bir sohbet gerçekleştirdik.
Film yapma fikri nasıl doguyor?
Yaşadığınız bir an, sokakta gördüğünüz bir şey... Film çekerken veya yazarken deneyimlediğiniz o anlar çok kıymetli. Bir şey görürsünüz, bir şey yaşarsınız ve hafızanıza kaydedersiniz. Bir filmi yaparken onun içinde eksik bıraktığınız bir söz vardır, bir şekilde sonra, bu paranteze ben buradan devam edeceğim dersiniz. Ama en son kertede bir şeyin sizi dürtüklemesi lazım. Yoksa yola çıkarken işe bir proje olarak baktığınızda, o bir yerden dökülür, duygusu, samimiyeti gider. Hep sizi çok etkileyen, yaralayan bir söz olması lazım içinde. O da gelir yakalar zaten sizi. Mesela Araf için konuşursak, Pandora’nın Kutusu’nu çekerken yaşadım bunu. Bir benzin istasyonunda, küçücük bir kızı izlerken, gelip giderken bütün o yorgunluk içinde yüzüne baktığınızda nasıl bir dünya algısı var diye düşündüğümü hatırlıyorum. 24 saat çalışan bir çocuktan bahsediyorum. O yüz öylece hafızanızın bir yerine kazınıyor, peşine düşmeye başlıyorsunuz. Araf’taki Zehra’nın hayatı işte buradan çıktı. Hep böyle başlar; bir şeyin sizi çok etkileyip dürtüklemesi lazım.
Bu Yollar Nereye Gider: Yesim Ustaoglu

“Ses çıkartmak umut vericidir, her zaman”

Bir röportajınızda Klasik Rus edebiyatıyla büyüdügünüzü söylemistiniz. Bir edebi uyarlama yapmayı düsünüyor musunuz?
Uyarlama yaptım aslında. İki tane yaptım ama hep bir tanesi bilinir. İkinci kısa filmim de bir uyarlamadır. Çok serbest bir esinlenme; Magnafantagna (1987). Wendy Lichman’ın rüya üzerine çok enteresan bir çocuk kitabıydı. Ama hakikaten benim içimdeki bir şeyi depreştirmişti. Ölüm teması üzerine, ölümü öğrenmek üzerine, ölümle yaşam arasındaki ince çizgiyi öğrenmek üzerine genç bir kızın büyümesini anlatan küçücük bir hikaye kitabıydı. Bulutları Beklerken’e hazırlanırken yeniden benzer bir şey yaşadım. Tamama’yı okuduğumda tekrar uzun yıllar önce yaşadığım yere dönmüş oldum. Kitap bana bir cümle kurdurdu; “Sır taşımayı becerebilmek ya da becerememek; insanın içindeki o güç nasıl bir şey?” Bunun üzerinden uyarlama değil ama, ama çok serbest bir esinlenmeyle çok başka bir hikaye doğdu. Bire bir uyarlamanın kendi adıma pek sağlıklı olduğunu düşünmüyorum açıkçası.
“Toplumsal vicdan” filmlerinizde öne çıkan baskın bir kavram. Günümüz sineması ve toplum bu kavramın neresinde yer alıyor?
Toplumsal veya bireysel vicdan; vicdanın sesi. Toplumsal hafızadan ayırararak düşünemeyiz. Bellek, hafıza, hatıra, hatıranın hatrı... Bunların hepsi birbiriyle iç içe. Ayrı düşünmek mümkün değil. Geçmişimize ve bugüne bile bakarken; “Hafızanın bir hatrı yoksa bizim için, belleğimiz yoksa, hatırası yoksa zaten vicdanla ilgili bir problem yaşıyoruz demektir ve hastalanmış, hastalıklı bir toplumla karşı karşıyayızdır” diye düşündürttü beni hep. Çünkü hafıza, bugün nasıl davrandığımıza da işaret eder. Toplumsal hafızasıyla barışık olmayan bir bellek onu sürekli baskılayarak, bastırarak devamlı aynı suça iştirak etme davranışını gösterir. Hatta belki şizofrenik bir eğilim bile gösterebilir, benliği parçalanmış gibi. Hafızamızı bugünle ilişkilendirdiğimde, bizim hatıralarımızla yüzleşme ve barışma çabalarımızın son dönemlerde yeşermeye başladığını düşünüyorum bazen. Bunu Gezi’yle yaşadık aslında, barışma ihtiyacını, yenilenmeyi. Oradan çok iyi bir enerji doğduğunu görüyorum. Bu anlamda çok umutlu bir motivasyonum var. Ses çıkarmak umut vericidir her zaman.
Filmlerinizde çogunlukla ‘yolculuk’ teması isliyorsunuz. Karakterlerinizin bu fiziki ve içsel yolculuklarının sinemanıza hakim oldugunu söyleyebilir miyiz?
Bu benim karakterimin bir parçası. İnsan kendisiyle dertleşmeden, kendisini didiklemeden bir şey yazamıyor. Bunca yıldır her yazdığımda içimden bunlar çıkıyorsa, hangi temayla ilgilenirsem ilgileneyim yol izleği gelip içimden çıkıyorsa; bu benim kendi kendime yaptığım iç yolculuk demek ki... Ben böyle bir camın önünde, bir denize, yola bakarak büyüdüm. Uzun bir zamanım öyle geçti. “Ne zaman ben buradan gideceğim” diye sorardım. Ama aynı zamanda bir şey çeker insanı, Trabzon’un böyle bir büyüsü var.
Yolun keşfi; bende hep bir değişim, bir transformasyon olarak çınlamıştır. Yani yol insanı değiştiren bir şeydir. Yolla büyürsünüz, çoğalırsınız. Yolla bir şeyler keşfedersiniz ama içerde de bir şeyleri değiştirirsiniz. İç hesaplaşmalarınızı yaparsınız. Ben yollarda iç hesaplaşma çok yapmışımdır. Kapıyı kapatıp gitmek, sürekli yeni bir şey görmek, tanımak ve değişmek; o değişimle büyümek. Doğa, renk ve bir umut taşır bu. Umutsuz bir şekilde bakmadım hayata hiç. Gitmek demek benim için umut da demek aslında. Fakat aynı zamanda içinde hüznü, acıyı da barındırır yol elbette. Çünkü gitmek, bir anlamda kapıları kapatmaktır. Ayrılık, ölüm, ölümler, kaybetmek, kaçınmak, hatta biraz da muğlakta kalan kayıplarla baş etmek – ki bu toprağın en büyük dertlerinden bir tanesi – bunlar hep hikayelerimin içinde vardır.
Dervis Zaim, 1990’larda kendi çizgisini yaratan birkaç yönetmenin olusturdugu sinemaya ‘alüvyonik sinema’ der. Türk sinemasının günümüzde aldıgı biçimde bu alüvyonik sinemanın etkileri oldugunu düsünüyor musunuz? Sizin janradan gelen bir degisim var mı?
Olmaz olur mu? 1990’lar sinemamıza damga vurmuş bir dönem. Bizim varlığımız çok önemli bir çıkıştı. Bireysel ve autor sinemanın ne olduğunu öğrendi Türkiye sineması – ki çok önemli bir geçmişi var Türkiye sinemasının, Yılmaz Güney’i ve pek çok diğer sinemacılarımızın kazandırdıklarını anmak lazım mutlaka. 1990’larda dünya sineması standartlarıyla, hem yaratıcı anlamda, hem de teknik anlamda yarışabilen ve yarattığı etkiyi dünya sineması seyircisine ulaştırabilen bir sinema doğurdu Türkiye. El yordamıyla, kendi imkanlarımızla doğurttuk. Dünya sinemasının kapılarını açtık, aralamadık, açtık. Gittik oradaki yerimizi bulduk, gösterdik. Sinema bir etkidir, yapıtınız yarattığınız etkinin gücüyle ve kalıcılığıyla ölçülür bence. Biz bu etkiyi yaratmış olduk. Çok kıymetli bir şey bu. Bir yandan da teknik kalitedeki standardı getirmiş olduk aslında. Bu konuda sinemamızın ciddi sıkıntıları vardı. Uluslararası ölçeklerde iş birliği yapmayı denedik ve başarılı olduk. Uluslararası fonların kullanımı, ortak yapımcılığın ne demek olduğu, bu mekanizmanın sinemamıza girmesini biz sağladık. Arkamızda, yerleşik bir sistem oluşturduğumuz için, bir patika, bir yol, bir iz bırakmış olduk yeni gelenlere. Çok aktif ve verimli bir kuşağız diyebilirim.
Sinemada baskının oldugundan söz edebilir miyiz?
İlla ki var. Türk sineması kendisiyle yüzleşen filmler yapabilmeyi de becerdi, tersine kendinden kaçınan filmler de yaptı. Bu çok zihinsel bir şey; eğer üzerinizde baskı hissediyorsanız baskıdan söz edebiliriz. Biz bir kere otosansürü çok yaşayan bir toplumuz. Sadece yasalarla olmuyor bu iş, toplumun kendisi de baskı uyguluyor. Kendi kendisiyle rahat yüzleşemeyen, tartışmayan, hafızasıyla baş etmeyen bir toplum çok çabuk otosansür koyar. Halbuki ciddi bir çürüme yaşanıyordur, ciddi bir dert vardır o toplumun içinde ama yüzleşmez. Bilip de bilmezlikten gelme hali bu. Atasözlermize de girmiş; kol kırılır yen içinde kalır. Böyle bir toplumun her zaman arızaları, sıkıntıları olur. Yasa koyucular bu toplumdan yetişiyor ve toplum böyle davranıyor. Sen de burada bir şey üretmeye çalışıyorsun. Elbette baskının olmadığını söylemek yanlış olur.

İlk filminizden son filminize baktıgınızda Yesim Ustaoglu eserlerinde bir degisim görüyor musunuz?
Kendisini, derdini hep aynı dille, aynı üslupla anlatan bir yönetmen olduğumu söyleyebilirim. Arada çok soyut bir dönemim var; Otel ve İz’i yaptığım dönemde çok soyut bir dil denemiştim. Denedikten sonra da “Tamam ben bunu yaptım, çok da güzel öğrendim ama benim ruhumla, içimle ilişkilendirdiğim sinema ilk başladığım sinemadır.” dedim. Ve ardından Güneşe Yolculuk’la devam ettim. O sinema hiç değişmedi. Yola çıkan, karakterini eline alıp onunla birlikte yaşayan, karakterinin bakış açısıyla dünyaya ve kendisine bakan, yollarda derdini tasasını yaşayan o kişi, enerjisini ve anlatımını değiştirmedi. Araf da dahil, karakterine hep daha yakından bakmayı öğrendi, gözünün içine bakmayı öğrendi. Bu anlamda belki daha rafine oldu. O yüzden ben hep aynı çizgi olarak görürüm aslında.
“Bu filmimin yeri ayrıdır” diyebileceginiz bir çalısmanız var mı?
Hepsinin kendisine göre macerası, tadı, derin izleri var. Fakat Güneşe Yolculuk az önce dediğim soyut sinemadan sonra gerçekleşmişti ve çok zor bir dönemdi. “Ne olursa olsun bunu bitireceğim” dedim. Olağanüstü bir süreç oldu. Müthiş şeyler öğretti bir kere. Ekip ruhu açısından da olağanüstü bir tecrübe yaşattı ve onu her zaman korumayı öğrettti. Sonra her setim o sıcaklıkta ve yoğunlukta geçti. Güneşe Yolculuk’un yolculuğu zor oldu gerçekten.
![]() |
---|
![]() |
![]() |
![]() |
![]() |
Üzerinde çalıstıgınız yeni film projenizden ip uçları alabilir miyiz?
Yine kadın meselesi, kadın olma hakkında yeni filmim. Biraz Araf gibi. Ben çok severim Araf’ın kadın meselesi üzerindeki radikal duruşunu. Seyri kimisine göre zor, kimisine göreyse çok içten bir film. Bu kapsamda bir meseleyi yine hem hukuki, hem de psikolojik açıdan devam ettireceğim diye düşünüyorum. Sadece kasaba/taşra üzerinden değil, şehirli olmakla taşralı olmak ikilemi ve benzerliği arasında... gibi bir hikayeyi anlatacağım.
Begen:
Paylas:
Yazı: Emrah Öztürk,
Görsel: Alev Takıl